Sayfalar

Şiraze

17 Mart 2014 Pazartesi

       Dergileri karıştırıyordum. Bazı yazılar var, onları bir yere koyamıyorum. Yani tek derdim intizam ya! Buhranların hıncı ile dolmuş sayfalar. Analitik düşünce bir araçtır, çok yüklenince şalter atar ve kaybolur. Mümkündür ya artık, olmaz olmaz. Kimisi de yazar fırsat bu fırsatken. Ne de olsa yazı. O vakit birkaç sorunu vardır insanın, kafasında birkaç düşünce, aslında biraz demek lazım haşa! Daha basittir bana kalırsa yazılmadan önceki düşünceler. Malum o anda insan yaratıcı olur, çünkü boş vermiştir her şeyi, mantık da anlamsızdır. Gün görmemiş bir Türk dili edebiyatı çıkar ortaya. Burası biraz sakattır, arızalıdır işte. Acırım okurcağıza. Hele ki algı gücü ortalarda ise, yolun ortalarındaysa bilemez kimin tarafına geçeceğini.
        Bu yazılarda her yazarın ipini tutmamak, iplememek gerekir. Yazdıkları kulağa hoş geliyordur, enteresandır ya, durmaz artık. Ben duruyor muyum?
Yazı yazıp, cümle aleme yaymaya herkes meyletmez, herkes yapmaz. Yine de kontrolsüz kalem sahipleri yüzünden bir yazı kirliliği var. Meşgul ediyorlar insanları. Bıraksalar millet birbiri ardına güçlü, özgün kavram/ fikir/ inanç/ vaka okuyacak. Özgün olması bir yazıyı değerli yapmaz, çünkü yazıdır en nihayetinde. Demiyor muyduk sonuna iki nokta koyup dili açıklamıyor muyduk? İnsanların duygu ve düşüncelerini ... bıdı bıdı... ifade etmesine yarayan... bıdı gıdı... iletişim aracı vesaire diye.
           Hemen her bilim dalı hemen her sanat dalı bir miktar dil kullanır. Anlatılası bir şey vardır ve deriz ki biz bunu başkalarına nasıl açıklayalım, merak eden vardır belki. En iyisi yazalım da okusunlar deriz. Kendi kafamızdakini mümkünlük sepetine bindirip yolcu ederiz misafirperver zihinlere doğru.
           Her şey kendisinin engelidir. Burada edebiyata geliyoruz. Burada dil, d-i-l olduğundan bir paradoks doğar, nur topu gibidir adını edebiyat eyleriz. Burada da işin özü aslında bir şeyi anlatmaktır hepsi bu. Karşının anlatması için bir şeyin güzelce anlatılması gerekir. Güzel derken? En baştaki amaca en uygun hizmeti sağlayacak bir üslup ile, amaç neydi düşüncemizi başka bir zihinde tezahür ettirmek. Bu anlatım üzerinden diğer insanlar yollarına devam edebilirler.
           Tanımı kesin olmayan, genellikle soyut konularda edebi kayış kopar. Aşk diyelim mi, yalnızlık, ölüm, hüzün, ayrılık? Her akılda bu kavramlar için bir yer vardır. Olmalıdır. Bazılarının fikri vardır. Az bir insanın da söylenmeye değer sözü olurdu, belli başlı kimseler de bunları yazabilirdi ki çok kişi haberdar olsun Bu zincir kuruldukça, herkesin bir sözü oldu. Yazmak mümkündü her zaman, ancak bunu bir kitlenin gözüne sokmak kolaylaşınca ağzımızın tadı kaçtı, kulağımız paslandı, gözlerimiz kanlandı. Öncesindekilere klasikler dendi bu yüzden. Her şeyi okumak zorunda değiliz, kabul, zaten bunu yapmıyoruz ama ne bilelim sayfa sonu pişmanlığının olup olmayacağını.
            Bahsettiğim ilham dolu buhranların buhar gücü ile asılırlar kalem kağıtlarına. Cümledeki kelimelerin yarısı gerçek anlamından boşanır. Aman Tanrım, sanat mı nedir bu,  ne kadar da değişik, ne içli yazı ama!! Kıskanç olmadığını kanıtlayamazsın, eleştiremezsin bu serseri yazıları. Adam şair, adam büyük yazar, anlayamayız neler çektiğini. Yazının anlamını okurken sıfırdan yaratırız neredeyse. Bazen algısı o kadar yanlış işler ve fuzuli olanı öylesine büyütür ki yazar, anlarsınız ki bu durumda bir yeti değil yetersizlik var. Sonuçta okuyucunun zihninde belki bir düşünce oluşur tabi ama bu ortadaki işi değerli yapar mı? Bu atıp da tutturmak değil midir?
            Bana bu lafları sarf ettirmeyecek pek çok da büyük edebi eser vardır. Hürmetler. Çok hoş - hoş olması yetmez- yeni, güçlü bir anlatımla bir yazı sunarlar. Dilin hakkını avcuna verirler, çünkü dil değerli, faydalı bir olguya hizmet ediyordur en sonunda.
             Sen ölümün tanımını yaparken bok böceğinin yalnızlığını işleyebiliyorsun diye sana bir yer ayıramayız. Herkesin başkasına bulaşmadıkça lüzumsuz olma hakkı vardır, yazıktır. Ama acıma duygun yoksa da git kendi bucağında lüzumunu yitir.
           Maksat edebiyatken edebiyat, felsefeyken felsefe, yemekken yemek yemek, konuşmakken konuşmak, eylemi lüzumsuz eder.
          Sanat için sanat da olmaz. Kimse kendisi için yaşamaz. Hiçbir şeyin tanımı amacını kapsamaz. Mümkündür hepsi maalesef, etmeyin eylemeyin.
           Edebiyat yalanlar söyletebilir, yeter ki güzel olsun. En basit örneğini her gün sosyal medyada görüyorum. Bir şeyi zıtlıklarla açıklarsan güzel, daha da acısı, doğru sanılıyor.                  
Hadi yapalım :
İnsanın mutlak yalnızlığı kalabalıklarda yaşanır.
Karanlıklar hüküm sürdükçe yıldızlar olacaktır.
En cahil olanlar, en çok bilip de, en kolay inananlardır.
Bu sözlerin üzerine bir gerçek inşa edemeyiz. Bir yol çizemeyiz. Beğen butonuna tıklarız.
            Sevincin edebiyatı da yoktur pek, bu da ilginç. Mutluluk, vefa, sadakat, onur, akıl, vicdan... niye sanata konu olmuyor zaten güzel olanlar. Burukluğu işleyip de güzelliği yaratmak zor olanın daha değerli olması ilkesine mi tapar? No pain, no gain, peki ama hayat bu kadar berbat değil ki.
           Malum en büyük başyapıtlar da bir anlık çağrışımın ateşiyle dökülüp gelmiştir. Yani bilincin an be an damlayan şıpırtılı ürünü değillerdi. Biz akıllı insanlara henüz güvenemezken, ömürlerinin birikimini rastlantısal olarak yorumlayan bilinçaltına, organizmanın tesadüfi bilgeliğine nasıl güvenebiliriz?
           Peki ne yapalım, yasaklasak mı bazı insanları? Bu görülmemiş şey değil. Fikirleri zararlı insanları yasaklarız. Boş yazan insanları ne yapsak? Yönetmek ile bulunabilecek gerçek bir çözüm yoktur (bu cümle üzerinden çok güzel giydirebiliriz pek çok makama ancak konu bütünlüğü diye bir şey varmış). Otokontrol, otokontrol. Ya da daha bilindik bir ifadeyle: adam olun!

                                                                                                      Serpens Immunis

Torbayı Boşaltalım

6 Mart 2014 Perşembe

Cumanın ertesinden yola çıkılarak verilen bir isme gösterilen özen ile çarşamba kelimesini türetmek için gösterilen özen aynı mıydı? Neden?
Bu bir Çarşamba günü sevgisiz insanlar. Kendinize yapacak pek çok iş edinmişsiniz bakıyorum, hepsi de olmazsa olmaz değil. İnsan düşünebilmesiyle efsaneleşmiştir değil mi? Düşünmenin amacı ise şu anda etrafınızda gördüklerinizi sahnelemek öyle mi? Başka bir ihtimal olamazdı değil mi? Olsa bile bunu düşünmek size düşmezdi galiba, peki kimler üstlenecekti bu onurlandırılmamış görevi? Böylesine bir sorumluluğu neden birkaç insana yüklersiniz? Çünkü bunu kabul etmeyecek kadar gururlu olsanız da, siz yönetilmeye, güdülmeye muhtaçsınız. Tabi bunu da düşünmeyi fuzuli gördüğünüz için siz bunun da farkında değilsiniz. Bu da bana düştü. 
Bir de ne var biliyor musunuz? Kendinizi savunarak, normale taparak benim işimi zorlaştırıyorsunuz. Kendinizi niçin bu denli savunuyorsunuz, düzeninize bu kadar bağlı olacak kadar üşengeç ve sadık bir köpek misiniz siz?
İç dünyanızın fakirliğinden değer yargılarınız, estetik algınızla bir alaşım oluşturmuş. Güzelleşme, güzelleştirme çabanız var, bunu yapmak da bir grup insanın işi olsa ya, siz durun. Onlar da kendine sanatçı desin. Tabi ki tüm sanatlar güzeli amaçlamaz biliyorum, konumuz bu mu şimdi for God's sake! Siz hiçbir şey yapmazsanız daha mı az güzel sanki bu etrafınızdakiler? Siz bir insanın güzelliğini, değerini göremiyorsunuz diye, o kendini güzelleştirmek zorunda mı ? Sizin gözünüzde herkes birbirine mi uymalı, sonra koyun diyorsunuz birbirinize, sürü diyorsunuz. Tüm bunlar hoş görememenizden ötürü.
İnsanlar hoşgörülü olsalardı ve dünyayı hoş olarak görebilselerdi kimse hoş olma çabasına girmezdi. Günümüzde hoşgörü sahibinin bu anlayışı suistimal edilip, hödüklük yapma gerekçesi gibi görülse de iki kişi de hoşgörülü olduğunda bir kısır döngüye kapılıp ellerinde olmadan hoşluk yaratacaklardır. Bu düzenin insanları atıllaştıracağı ve kötü ve eksik olanın hiçbir zaman düzeltilemeyeceğini savunabilirsiniz. Yanlış. Kimsenin ikna olamayacak derece kötüyü savunacağını sanmıyorum o şartlar altında.
Hani şu pek kıymetli Saint Normal var ya, işte o, bir şeyleri hoş görebilmek için başka şeylerin de ne kadar olası, bazen ne kadar doğru olabileceğini, diğer ihtimallerin de normal kabul edilmesinin gayet normal olacağını idrak edebilmek için var aslında. Hoşgörü yüksek algı gerektirir, farklılıkları anlayabilmeniz lazım. Kendinizi korkmadan eleştirebilmeniz için kendinize gerçekten güvenmeniz şarttır. Bu berrak görüş özelliğini yaşamının erken döneminde kaybediyor insanlar. Büyük adam oluyorlar. Eğitim şart değil aslında, yani en büyük belalarımızın kaynağı olan eğitimlerini kötüye kullanan insanlar olmasaydı, biz de eğitim alarak kendimizi savunmak zorunda kalmazdık. Bizi kandırmak isteyenlerden korunmak zorunda olmasaydık, lüzumsuz bilgileri öğrenmek zorunda kalmazdık.
Farkındaysanız bu yazımı anlayabilmeniz için sadece esnek, hoşgörülü bir zihne ihtiyacınız var, hiçbir fakülteyi bitirmeniz gerekmiyor, nitekim ben de tıp fakültesinde öğrenim görüyorum, ne alaka değil mi? Yani insan olmayı unutmamak için öğrenim görmeniz gerekmiyor. Hem bunu kim öğretebilir ki siz unuttuysanız?
Hani şu yabanda yaşayan evcilleşmemiş insanlar olur ya, onları topluma katarsak, kalabalığa ve modern yapılanmaya olan korkularını yendikten sonra nezaket kurallarını ve gelenekleri  ihlal etmek dışında (çünkü bunlar sadece kabul edilmiş normalleridr, aslolan değillerdir) bir kusurları olmaz. Tabi onların hayatlarını tehdit etmedikçe. Vicdani duyarlılığa sahip olmak için entellektüel kapasiteye, zekaya mutlak bir gereksinim yok, hatta dinler bile bu yolda bir kılavuz olsa da pek çok beşerde kifayetsiz kalıyorlar. İnsanların benlikleri şişmedikçe doğru ve yanlışı içgüdüsel olarak ayırabilirler. Adaleti kitaplardan çıkaramazsınız. Hiçbir şeye kafa yormadan sadece hayatta kalarak, sevgiyle yaşayıp gidersiniz, şimdi yapmaya çalıştığınız gibi.
Yani vicdanınıza uymak için pek bir şey gerekmiyor, irade haricinde.
Bilgi de şart olan bir şey yaşantının sürmesi için ancak, bu bilgilerin kafalarında birikmesiyle bazı insanlar saçmalamaya başlıyorlar. Hoşgörememeye başlıyorlar hayatı. Başka insanların zehirli sözleri buna neden oluyor, çoğunlukla ailelerinin. Hep açgözlülük.
Şu kafa patlatma işini başında akıl olan, hoşgörülü, vicdani düşünmeyi bilen birkaç insanla beraber yapabilseydik , bir çözüm bulabilirdik belki.

Serpens Immunis

Hi hi hi there!

5 Mart 2014 Çarşamba


Herşeyin bir anlamı olacaksa   
  Buraya yazacağım girizgâhın, ilk yazımın ne olması gerektiği burada yazacağım son yazıyla birlikte ancak kestirilebilir. Son yazının akıbeti de ilk yazıda yatıyor olabilir.
     Böyle der bir mükemmelliyetçi, haliyle hiçbir şey yazamaz. 'Mükemmel',  'iyi'nin düşmanıdır.
     Bir can simidim dahi yokken buraya nasıl gelebildiğimi aklım almıyor. Deniz kızı kadar uçuk bir hurafe olmaktan kıllanmıyor değilim. Ama hurafeler oldukça korku ve endişeler ertelenebilir, devam eden şeye yine de hayat demekte serbestiz ama ne kadar hürüz?

3 Mart 2014 Pazartesi


En son yazının üzerinden aylar geçmiş, yorulmuşum belli...ama esas problem tembellik ki rahatlıktır buna da neden olan. Nasıl yazabilir ki okumuyorsa, izlemiyorsa, gözlemlemiyorsa, düşünmüyorsa...Su içmek için bile mutfağa gitmiyor onu bile annesi getiriyorsa varın gerisini siz düşünün.

Ama mesele o değil, bugün bir haberim var size, belki de bir sürpriz. Bloğun artık yepyeni bir yazarı daha var, kendisi farklı fikirleri, farklı düşünceleri olan ve yazmayı seven de bir arkadaşım.Kimmiş ki o diye bana gelecek olan soruların önüne geçmek için adını da vermem lazım, Kağan. Kendisi burada Serpens adıyla var olacak ve yazılarıyla bizimle beraber olacak. 

Niye yazıyoruz aslında burada, tarihe tanıklık etmek meselesi bir kenara, biz burada yaşadığımız hayatı, içinde bulunduğumuz dünyayı kendi gözümüzden anlatmaya çalışıyoruz ve eğer birileri buraları okuyor, yeni bakış açıları kazanıyor ve zihninde yeni ufuklar oluşabiliyorsa ne mutlu...ve bu bağlamda yeni yazarımızın kendine has algısı, görüşü ve düşünceleriyle bize yeni perspektifler kazandıracağına inanıyor, hayırlı olmasını diliyor, yazılarını heyecanla ve merakla bekliyorum.