Gördün mü bak bir yıl daha nasıl geçti, farkedemedin değil mi sen de nasıl bir hızla geçtiğini, yine geldik koca bir yılın sonuna, heryerde bir alışveriş çılgınlığı, hediye telaşı, yeni yıl kutlamaları...insanlığın sonu nasıl gelir bilmiyorum ama mevcut teorilere "yapmacıklıktan" şıkkını eklemek istiyorum.
Hayatla olan ilişkimiz o kadar monotonlaşmış, hergün birbirinin o kadar aynısı, o kadar basit ki allahtan yılbaşı diye bişey var da sanki bir sürprizmiş gibi hayatımıza heyecan katıyor.
İşin en travmatik yanı da yeni yıl dilekleri...insanın o büyük yüzsüzlüğü ve tembelliği içinde yeni yıldan beklediği kıyaklar; mutluluk, sevgi, aşk, para, barış vs. ama bu dilekleri gerçekleştirmek için birşey yapacak mısın yada neler yapacaksın sorularının cevabı yok.
Farkına varılmalı ki 2014'e girdiğimizde hiçbişey değişmeyecek takvim yapraklarından başka. Evet belki o gece eğleneceksin, yeni yıl dileklerinde bulunacaksın, 2014'e kalan son saniyeleri sayacaksın. 2014'e girdiğinde içinde saçma bir mutluluk olacak...
Peki ya sonra?
Sonra hiçbirşey değişmeyecek. Sabah uyandığında yine o herzaman uyandığın günlerden birine uyanacaksın. Hayat günlük koşuşturmanın içinde bütün sıradanlığıyla devam edecek. 31 aralık gecesi dilediğin şeyler gerçekleşmeyecek, belki o gece hangi dileklerde bulunduğunu dahi unutacaksın, daha zengin olmayacaksın, daha mutlu olmayacaksın yada dünya daha barışçıl olmayacak...sen hayatına eskisi gibi devam ettiğin sürece hiçbişey değişmeyecek. Bakış açını değiştirmezsen, karar vermezsen eğer daha iyisine ulaşabilmek için farklı bir yol deneyeceğine, yarın bugünden hiç de farklı olmayacak.
Marcel Proust' un bir lafı var ki hayatım boyunca kullanacağım sanırım: "Gerçek yolculuklar yeni kıtaların keşfiyle değil yeni gözlerle mümkün olur"
Sen bu kafayı değiştirmediğin sürece bir yıl daha boşa geçmiş, elin yine bomboş olacak ve önümüzdeki 31 Aralık gecesi yine aynı şekilde, geçen koca yıla yine lanet edicek ve yeni yıldan her yıl aynı şekilde dilediğin dileklerde bulunacaksın.
E peki bu kadar mı değersiz bu gece ey yazar diye soruyorsanız tabiki değil...
Bu gece hesap kesim gecesi...
Hatalarını kendinden daha iyi kim bilebilir insanın? Kim tüm çıplaklığıyla tanır? Kim onun doğumundan beri ensesindedir anbean....
Her şey bir aldatmaca aslında, daha doğrusu bir kaçış. içinden geçenleri söylememek için her yolu dener insan; zamanı yoktur çoğu zaman kendiyle konuşmaya, kendini dinlemeye...
Ama işte bu gece dinle kendini, koy şapkanı önüne...
Bu gece yattığında, başını yastığa koyduğunda kafandaki 2013 tarihli defteri çıkar ve yap hesabını, karını zararını düşün, vicdanın bi yargılasın seni,acılarını kederlerini seviinçlerini düşün, günahını sevabını düşün, yanlış yaptığın işlerini, doğru yaptığın işlerini... yap gelecek yılın planını, şunları şunları yapıcam de, daha mutlu olmak için şunları yapıcam, daha çok para kazanmak için şunları yapıcam de...bunları yap ki geçen yılın boşa gitmemiş olsun ve gelecek yılını da şimdiden heba etmemiş ol.Bunları yap ki yaşadığının farkına var ve ne olursa olsun şükret. Bunları yaptığında -hesap defteri zararda dahi çıksa- büyük bir adım atmış olarak o gece mutlu uyuyacaksın...
Bir yıl daha biterken...
31 Aralık 2013 Salı
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
23:58
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
20 Kasım 2013 Çarşamba
Kutsal kitap diye nitelediğimiz bir kitabımız var ama aslında bütün kitaplar kutsal...İsterse dünyanın en saçma şeylerini yazsın.Neden mi?
Çünkü kitaplar sadık, ne olursa olsun hep bekliyor seni, istersen aylarca okuma yine de küsmüyor sana, yine de anlatıyor bütün samimiyetiyle birbirinden ilginç öyküleri.
Çünkü kitaplar seni özgür bırakıyor, istediğin zaman kapatıp onu terkedebiliyorsun, istediğin şeyleri düşünebiliyor istediğin sayfasını okuyabiliyorsun.
Çünkü senden bir cevap beklemiyor, evet belki bazen seni değiştirmeye çalışıyor ama seni zorlamıyor ve bunu oldukça dürüst yapıyor içinde ne varsa onu anlatarak.Onun tek derdi senle bir şeyler paylaşmak ve bütün bu özelliklerinden dolayı herkes gidecek, herşey bitecek ama kitaplar kalacak...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
21:46
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
18 Kasım 2013 Pazartesi
"...yavaşlığın düzeyi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın düzeyi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Yavaşlıkla anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır..."
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
23:42
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
15 Ekim 2013 Salı
"Çocuğun adı bir türlü aklıma gelmiyordu Filipina. Ama kim olduğunu hatırlıyorum.Doktor olduğum için olmayan bacaklarının hikayesini hatırlamam gerekirdi belki ama ben gövdesinin üst tarafıyla ilgili olanı biliyordum.Bir amcası vardı bu çocuğun. Denizciydi adam. Sadece bir kez gelmişti Şatilla'ya ve bu çocuğa İspanya'dan bir oyuncak getirmişti. İp atlayan, sarı plastik bir ayı, pilli şeylerden.
Bundan nefret ederim Filipina, haberin olsun. Sakın bana uzaklardan pahalı oyuncaklar göndermeye kalkma! Çünkü uzak zengin ülkelerden gönderilen hediyeler çok acıklıdır. Yoksul evlerin iyiden iyiye kolunu kanadını kırar böyle hediyeler. Evdeki her şeyden, hatta bazen herkesten daha kıymetli göründükleri için evdekilerin şavkını söndürüp kendi başlarına bir ışık yaratırlar. Üstelik çocuk ne zaman oyuncağı eline alsa - acaba sadece bu topraklarda mı öyle bu?- biri mutlaka çocuğa kızar:
"Dikkat et! dikkat et!"
Millet birbirini öldürürken, Allah'ın belası oyuncak herşeyden daha kıymetli gibi görünür.Bu yüzden sevmem kıymetli oyuncakları.Çocukları kıymetsizleştirmekle kalmaz, bütün aileye de -sanki başka dertleri yokmuş gibi- kadersizliklerini hatırlatan bir bildiri okur bu oyuncaklar.Çok mu acıklı oldu? Ama bana sorarsan çocuğu bu ayı öldürdü.
Bu plastik ayının -bir keresinde kliniğin önündeki taş zemine oturup göstermişti bana- ayakları kısacıktı, yok gibi, tıpkı çocuğunki gibi..Çocuk gömleğinin içinde taşıyordu ayıyı ve elleriyle yürüdüğü için plastik ayıyı ellemeden önce avuçlarını üstüne siliyordu. ayı yüzündeki sırıtmayla çalışmaya başladığında, çocuk yarım gövdesini yana yatırıp, yanağını eline dayayıp izlemeye başladı. Ben de yanına yattım. Bacaklarım utanç verici uzunluktaydı. Çocuk epey sonra, korkunç bir rüya görmüş gibi, belerterek gözlerini baktı:
"Pilleri bitince?.."
Filipinam, tatlı kıblem, çocuğa o anda bacakları yerine bir kutu pil verseler..alırdı.
Sanırım bacaklarını kaybettiğinde içine kaçan bir yetişkin, ona pil meselesini "halledebileceklerini" söyledi ve çocuk yeniden dayadı yanağını avcuna. Ayı hala atlıyordu.Fakat yarımın yarısı çocuk,gözlerimin önünde ihtiyarlıyordu. Sonra dedi ki "Ben.."
Düzeltti.
"Biz hiç gidemeyeceğiz değil mi hispanyaya?" "
Muz Sesleri - 2
Bundan nefret ederim Filipina, haberin olsun. Sakın bana uzaklardan pahalı oyuncaklar göndermeye kalkma! Çünkü uzak zengin ülkelerden gönderilen hediyeler çok acıklıdır. Yoksul evlerin iyiden iyiye kolunu kanadını kırar böyle hediyeler. Evdeki her şeyden, hatta bazen herkesten daha kıymetli göründükleri için evdekilerin şavkını söndürüp kendi başlarına bir ışık yaratırlar. Üstelik çocuk ne zaman oyuncağı eline alsa - acaba sadece bu topraklarda mı öyle bu?- biri mutlaka çocuğa kızar:
"Dikkat et! dikkat et!"
Millet birbirini öldürürken, Allah'ın belası oyuncak herşeyden daha kıymetli gibi görünür.Bu yüzden sevmem kıymetli oyuncakları.Çocukları kıymetsizleştirmekle kalmaz, bütün aileye de -sanki başka dertleri yokmuş gibi- kadersizliklerini hatırlatan bir bildiri okur bu oyuncaklar.Çok mu acıklı oldu? Ama bana sorarsan çocuğu bu ayı öldürdü.
Bu plastik ayının -bir keresinde kliniğin önündeki taş zemine oturup göstermişti bana- ayakları kısacıktı, yok gibi, tıpkı çocuğunki gibi..Çocuk gömleğinin içinde taşıyordu ayıyı ve elleriyle yürüdüğü için plastik ayıyı ellemeden önce avuçlarını üstüne siliyordu. ayı yüzündeki sırıtmayla çalışmaya başladığında, çocuk yarım gövdesini yana yatırıp, yanağını eline dayayıp izlemeye başladı. Ben de yanına yattım. Bacaklarım utanç verici uzunluktaydı. Çocuk epey sonra, korkunç bir rüya görmüş gibi, belerterek gözlerini baktı:
"Pilleri bitince?.."
Filipinam, tatlı kıblem, çocuğa o anda bacakları yerine bir kutu pil verseler..alırdı.
Sanırım bacaklarını kaybettiğinde içine kaçan bir yetişkin, ona pil meselesini "halledebileceklerini" söyledi ve çocuk yeniden dayadı yanağını avcuna. Ayı hala atlıyordu.Fakat yarımın yarısı çocuk,gözlerimin önünde ihtiyarlıyordu. Sonra dedi ki "Ben.."
Düzeltti.
"Biz hiç gidemeyeceğiz değil mi hispanyaya?" "
Muz Sesleri - 2
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
00:14
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
En Büyük Düşman
2 Ekim 2013 Çarşamba
İnsanın en büyük düşmanı kendisidir. İşte bu yüzden insan yalnız kalamaz. Çünkü yalnız olan insan zamanla kendisiyle savaşmaya başlar, verdiği kayıplar artar, geceler boyunca kendisini yer durur. İnsan yalnız kalamaz çünkü hiçbir insan kendisiyle verdiği bu savaşı kazanamaz...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
00:09
2
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Hepsi Bir Fikir
23 Eylül 2013 Pazartesi
İnception (Başlangıç) 'ın çok dikkati çekmeyen ama bana göre filmin en can alıcı diyaloğunda Leonardo (Cobb) sorar: "En tehlikeli parazit nedir?" Şıkları da sayar "Virüs mü? Bakteri mi?Bağırsak kurdu mu? Hayır hayır, en tehlikeli parazit bir fikirdir. Çünkü gerçekten özümsenmiş, kafaya oturtulmuş bir fikir her zaman orada kalır, asla oradan çıkmaz..."
Hal böyle olunca insanın hayattaki en büyük sınavlarından biri bu olmuş oluyor, bilginin gerçekliği, doğruluğu yada dogmalığı, olumlu yada olumsuz anlamda kullanımı insan için hayatın temel parametrelerinden biri oluyor.
Günümüzde artık savaşların topla tüfekle fiziksel olarak değil de zihinsel olarak yapıldığını görüyoruz.Önce toplumları enformasyonsuz bırakıyorsun ki Orwell ve Huxley'ın bu konudaki teoremleri meşhurdur. Sonra topluma zamanla medya aracılığıyla belli fikirleri empoze etmeye başlıyorsun. Toplumda da belli bir okuma, araştırma, düşünme kültürü olmadığından zamanla o fikir yerleşmeye ve zihinlerde yer bulmaya başlıyor ve bizim gerçeğimiz oluyor.Daha sonra kitleleri istediğin gibi yönlendirebiliyorsun, yönetebiliyorsun, bu sayede savaşa gerek de kalmıyor.
Tabi toplumun da buna meyilli olması lazım, saolalım bu alanda da çok başarılıyız! Yılda kişi başına düşen kitap sayısı İsviçre'de 10, Japonya'da 25. Türkiye'de ise 6 kişiye 1 kitap düşüyor.Yani biz bilgiyi önemsemiyoruz, bilgiyi talep etmiyoruz. Bizim bütün bilgilerimiz medyada görüp okuduğumuz ya da çevreden duyduklarımız.Peki ya bu bilgiler doğru ve gerçek değilse?...
Bunu siz de çok kolay tasdik edebilirsiniz, bi arkadaşınızla konuşurken, arkadaşınız içinde bilgi olan bir ifade kullandığında ona "neden bu böyle? bunu nereden biliyorsun?" diye sorun, cevabı büyük olasılıkla birinden yada bir yerden duymuştum olacaktır.
Bunun hakkında biraz düşünürseniz aslında göreceksiniz ki bildiğimizi sandığımız birçok şey aslında bilmediklerimiz.Bütün bunlar sonunda bizde kontrol edilebilir kalıplar oluş(turul)uyor. Kalıp ifadeler, kalıp algılar,kalıp düşünceler...Fikri başkaları üretiyor biz de kullanıyoruz üzerinde çok düşünmeden. Siyasi anlamdaki sağ - sol kavramı bile böyle bir kalıp birilerinin zamanında söylediği ve bizim kabul ettiğimiz.Bu çok basit bir örnek ama biraz düşündüğünüzde en azından zihinsel anlamda bir "matrix"in içinde olduğumuzu bir "akıl tutulması" içinde olduğumuzu görüyoruz.
Evet bu savaşın çok gerisindeyiz belki de çoktan kaybettik ama en azından farkında olalım. Yapmamız gereken şeyler ise bilgi kaynaklarımızın güvenilir olması ve kafamızda belli bir fikri oluştururken üzerinde yeterince düşünmemiz...Ha diyosanız ki biz halimizden memnunuz o zaman bu yazıyı hiç okumamış sayabilirsiniz kendinizi.
Hal böyle olunca insanın hayattaki en büyük sınavlarından biri bu olmuş oluyor, bilginin gerçekliği, doğruluğu yada dogmalığı, olumlu yada olumsuz anlamda kullanımı insan için hayatın temel parametrelerinden biri oluyor.
Günümüzde artık savaşların topla tüfekle fiziksel olarak değil de zihinsel olarak yapıldığını görüyoruz.Önce toplumları enformasyonsuz bırakıyorsun ki Orwell ve Huxley'ın bu konudaki teoremleri meşhurdur. Sonra topluma zamanla medya aracılığıyla belli fikirleri empoze etmeye başlıyorsun. Toplumda da belli bir okuma, araştırma, düşünme kültürü olmadığından zamanla o fikir yerleşmeye ve zihinlerde yer bulmaya başlıyor ve bizim gerçeğimiz oluyor.Daha sonra kitleleri istediğin gibi yönlendirebiliyorsun, yönetebiliyorsun, bu sayede savaşa gerek de kalmıyor.
Tabi toplumun da buna meyilli olması lazım, saolalım bu alanda da çok başarılıyız! Yılda kişi başına düşen kitap sayısı İsviçre'de 10, Japonya'da 25. Türkiye'de ise 6 kişiye 1 kitap düşüyor.Yani biz bilgiyi önemsemiyoruz, bilgiyi talep etmiyoruz. Bizim bütün bilgilerimiz medyada görüp okuduğumuz ya da çevreden duyduklarımız.Peki ya bu bilgiler doğru ve gerçek değilse?...
Bunu siz de çok kolay tasdik edebilirsiniz, bi arkadaşınızla konuşurken, arkadaşınız içinde bilgi olan bir ifade kullandığında ona "neden bu böyle? bunu nereden biliyorsun?" diye sorun, cevabı büyük olasılıkla birinden yada bir yerden duymuştum olacaktır.
Bunun hakkında biraz düşünürseniz aslında göreceksiniz ki bildiğimizi sandığımız birçok şey aslında bilmediklerimiz.Bütün bunlar sonunda bizde kontrol edilebilir kalıplar oluş(turul)uyor. Kalıp ifadeler, kalıp algılar,kalıp düşünceler...Fikri başkaları üretiyor biz de kullanıyoruz üzerinde çok düşünmeden. Siyasi anlamdaki sağ - sol kavramı bile böyle bir kalıp birilerinin zamanında söylediği ve bizim kabul ettiğimiz.Bu çok basit bir örnek ama biraz düşündüğünüzde en azından zihinsel anlamda bir "matrix"in içinde olduğumuzu bir "akıl tutulması" içinde olduğumuzu görüyoruz.
Evet bu savaşın çok gerisindeyiz belki de çoktan kaybettik ama en azından farkında olalım. Yapmamız gereken şeyler ise bilgi kaynaklarımızın güvenilir olması ve kafamızda belli bir fikri oluştururken üzerinde yeterince düşünmemiz...Ha diyosanız ki biz halimizden memnunuz o zaman bu yazıyı hiç okumamış sayabilirsiniz kendinizi.
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
20:02
4
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
11 Eylül 2013 Çarşamba
"Tak! Tak! Tak! Bayanlar baylar! Akşam yemeği servisimiz başlamıştır."
Herkes masadaki isim kartlarına bakıp bu seçkin, akademik "yüksek masa" yemeği boyunca yanına oturacak kişinin ilgi alanına göre bir "konuşma konuları listesi" hazırlamaya başlamıştı kafasında. Seçkin akademik konukların hepsi bu "sıkıcı Oxford yemekleriyle" ilgili, en az onlarca kez yapıp sınadıkları iyi esprilerini yan yana diziyorlardı akıllarında.O akşamki menüyü, sadece kariyerleri bakımından hiçbir işine yaramayacak kişilerin yanına düşenler merak ediyordu.
Dekanın eliyle yapması gereken "Buyrun" işareti geciktikçe, acele etmenin ve giderek her türlü heyecanın uygunsuz sayıldığı yemekte, sandalyelerin başında bekleyenler eften püften sohbetlerini uzatmakta zorlanıyordu.Nihayet komut verildi, icabet edildi.Süslenerek ne kadar lezzetsiz olduğu unutturulmaya çalışılan İngiliz mutfağının ilk trajedisi, giriş yemeği olarak servis ediliyordu.Tatları bu akademik azamete hiç yakışmayan şaraplara, herbiri üç doktora yapmış gibi görünen,Kolej'in orta yaşlı garsonları tarafından döndürülerek, yan yatırılıp, sanki başka seçenek varmış gibi markası gösterilip tattırılarak Fransız havası veriliyordu.
Kimsenin davet edilmeden gelemeyeceği ve ilk kez böyle bir yemeğe davet edilenlerin, daha sonra zorlama bir alayla ama muhakkak olduğundan daha görkemli anlatacağı yemekte, herkes herşeyi aynı hızda yiyor, şarabı aynı büyüklükteki yudumlarla içmeye gayret ediyordu.Beyaz masaların üzerine ana yemeğe varılıncaya kadar hiçbirşey damlamıyor, yüksek tavandaki avizelerle çoğalan ışık, menünün zavallılığını gizlemek için bol bol çıkarılmış gümüş çatal-bıçak takımlarını olduğundan daha büyük gösteriyordu.
...
Kimse kimseden bir hakikat, gerçek bir hikaye beklemiyordu.
Bütün bu insanlar en iyi ihtimalle, insanlığın baş edemeyeceği kadar büyümüş bilgi yumağına ancak bir cümle daha ekleyebileceklerini ve büyük bir ihtimalle bunu bile beceremeden ölüp gideceklerini biliyorlardı...
Muz Sesleri - 1
Herkes masadaki isim kartlarına bakıp bu seçkin, akademik "yüksek masa" yemeği boyunca yanına oturacak kişinin ilgi alanına göre bir "konuşma konuları listesi" hazırlamaya başlamıştı kafasında. Seçkin akademik konukların hepsi bu "sıkıcı Oxford yemekleriyle" ilgili, en az onlarca kez yapıp sınadıkları iyi esprilerini yan yana diziyorlardı akıllarında.O akşamki menüyü, sadece kariyerleri bakımından hiçbir işine yaramayacak kişilerin yanına düşenler merak ediyordu.
Dekanın eliyle yapması gereken "Buyrun" işareti geciktikçe, acele etmenin ve giderek her türlü heyecanın uygunsuz sayıldığı yemekte, sandalyelerin başında bekleyenler eften püften sohbetlerini uzatmakta zorlanıyordu.Nihayet komut verildi, icabet edildi.Süslenerek ne kadar lezzetsiz olduğu unutturulmaya çalışılan İngiliz mutfağının ilk trajedisi, giriş yemeği olarak servis ediliyordu.Tatları bu akademik azamete hiç yakışmayan şaraplara, herbiri üç doktora yapmış gibi görünen,Kolej'in orta yaşlı garsonları tarafından döndürülerek, yan yatırılıp, sanki başka seçenek varmış gibi markası gösterilip tattırılarak Fransız havası veriliyordu.
Kimsenin davet edilmeden gelemeyeceği ve ilk kez böyle bir yemeğe davet edilenlerin, daha sonra zorlama bir alayla ama muhakkak olduğundan daha görkemli anlatacağı yemekte, herkes herşeyi aynı hızda yiyor, şarabı aynı büyüklükteki yudumlarla içmeye gayret ediyordu.Beyaz masaların üzerine ana yemeğe varılıncaya kadar hiçbirşey damlamıyor, yüksek tavandaki avizelerle çoğalan ışık, menünün zavallılığını gizlemek için bol bol çıkarılmış gümüş çatal-bıçak takımlarını olduğundan daha büyük gösteriyordu.
...
Kimse kimseden bir hakikat, gerçek bir hikaye beklemiyordu.
Bütün bu insanlar en iyi ihtimalle, insanlığın baş edemeyeceği kadar büyümüş bilgi yumağına ancak bir cümle daha ekleyebileceklerini ve büyük bir ihtimalle bunu bile beceremeden ölüp gideceklerini biliyorlardı...
Muz Sesleri - 1
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
23:54
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
LEGO
31 Ağustos 2013 Cumartesi
Çocuk gelişim uzmanı değilim ama bugün belli bir zeka seviyesine sahipsem (iyi ya da kötü / az ya da çok) bunun %30-40'ını çocukluğumda hatrı sayılır bir dönemi kapsayan lego oyuncaklarıma borçluyumdur herhalde. O lego parçalarını saklayıp kendi çocuklarıma miras bırakmayı çok isterdim ama hepsi bir şekilde dağıldı gitti. Şimdi gidip hazırını almaktan çok daha değerlilerdi zira hatırlayan çoktur, gazeteler her gün üç-beş parça verirdi, onları biriktirirdik. O yüzden mesela tek ve büyük bir modelim hiç olmadı benim. Ne yapacaksanız elinizdekilerle yapıyordunuz ve en sanırım en önemlisi, kimse size ne yapacağınızı ya da nasıl yapacağınızı söylemiyordu.
Konu legonun hayatımdaki yeri değil gerçi, Lego'nun (firma olarak) kendisi. Geçenlerde bi haber gördüm, 7 yaşında bi çocuk biriktirdiği para ile bi lego modeli satın almış ancak bi süre sonra parçalardan (daha doğrusu figürlerden) birini kaybetmiş. Babası da çocuğu biraz cesaretlendirip firmaya mail atmasını söylemiş. Çok zaman geçmeden firma şu cevabı yazmış:
"Luka, Sensei Wu'ya jay figürünü kaybetmenin tamamen bir kaza sonucu olduğunu ve tekrar böyle bir şey olmasına asla izin vermeyeceğini söyledim.
O da sana şunları iletmemi söyledi: "Luka, baban çok bilgili bir adama benziyor. ejderlerin, Spinjitzu'nun silahlarını koruduğu gibi sen de her zaman ninjago figürlerini korumalısın!"
Sensei Wu ayrıca sana yeni bir jay figürü göndermemin uygun olduğunu ve yanında bir şey de ekstradan göndermemin doğru olacağını söyledi çünkü christmas parasının hepsini Ultrasonic Raider'a saklayan biri gerçekten büyük bir ninjago hayranı olsa gerek.
Umarım jay figürünü ve silahlarını seversin. (...) Yanında ayrıca onunla savaşsın diye bir de kötü adam yolluyorum.
Sensei Wu'nun söylediğini asla unutma: Figürlerini Spinjitzu'nun silahları gibi koru! ve tabii ki, her zaman babanın sözünü dinle."
Firma-müşteri ilişkisi bundan öteye gidemez herhalde...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
01:54
1 yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Anlam Verme Sistemi
8 Ağustos 2013 Perşembe
Metro durağındayım. Trenin gelmesini bekliyorum. Dikkatimi baba - oğul olduğunu tahmin ettiğim iki kişi çekti. Çocuğun elinde bir oyuncak araba var.Kesinlikle 6 yaşından büyük değil.
Tren geldi ve içeri girdim. Kulaklığım takılı, müzik dinliyorum. oturdum boş bir yere. Tesadüf o ki onlar da yanıma oturdu karşılıklı.tren harekete geçti. Önce dikkatimi çeken bu ikili artık ilgimi çekmeye başlamıştı.Çünkü farklıydılar, muhabbetleri farklıydı. Baba - oğul gibi değil iki samimi arkadaş gibiydiler.
Konuşurlarken bi ara çocuk babasından izin istedi arkadaşıyla sinema izlemeye gitmek için.Normalde klasik bir Türk erkeğinin bu soruya vereceği cevap şu olur.Hayır gidemezsin, sen daha küçüksün, başına bi iş gelir, ben babayım ve babaların sözü dinlenir! Ama ilginç şekilde babası ona hayır demedi, ona sinemaya gidebilmek için yapması gerekenleri tek tek anlattı. Önce filmi seçmeliydi sonra nerede izleyeceğine ve seansına karar vermeliydi. İzleyeceği yere giden dolmuş, otobüs vs.leri bilmeli, hangi durakta bineceğini ve ineceğini bilmeliydi. Bütün bunları ve daha fazlasını kaybolmadan ve doğru şekilde yapabilecek misin diye sordu babası.
İlk başta kendinden emin olan çocuk babası anlattıkça korkmaya başladı belli ki babasının anlattıklarını nasıl yapacağı konusunda pek bi fikri yoktu.Düşüneyim dedi çocuk, düşün dedi babası. Çocuk bütün bunları düşünürken ben de fırsat bu fırsat diye düşünüp babasıyla tanıştım ve çocuğuyla kurduğu iletişimi hayranlıkla izlediğimi söyledim.Bir süre sohbet ettik.Sonra babası çocuğa döndü ve düşündün mü diye sordu. Çocuk bilmiyorum dedi, nasıl yapacağımı bilmiyorum üzüntülü bir şekilde. Babası bir süre durdu.Peki dedi hafif bir tebessümle, öğretmemi ister misin diye sordu.O anda çocuğun bakışları değişti, gözleri parladı ve yüzünde bir tebessüm oluştu. Eveet! diye bağırdı çocuk. Tamam dedi babası hepsini öğreteceğim zamanla dedi zamanla öğreteceğim.
Babası bu diyalogdan sonra durdu ve hatırlıyor musun dedi, kurallarımız vardı, yazmıştık beraber neydi onlar. Çocuk tek tek saymaya başladı. Her zaman ve her şartta elimden gelenin en iyisi yapacağım, benden daha bilgili ve tectübeli insanların sözlerini dinleyeceğim, arkadaşlarımla iyi geçineceğim vs...derken inmem gereken durağa geldi tren ve ağzım açık bir şekilde hoşçakalın, çok memnun oldum diyerek oradan ayrıldım.İndiğimde böyle bir iletişime tanık olmanın verdiği mutluluk ve daha uzun süre dinleyememenin üzüntüsü vardı.
Evet işte böyle...Anlatmam gereken bir hikaye daha var onu da bi ara yazıp yorumlarımı bit bütün olarak yapacağım ama şimdi bu işin uzmanı olan Doğan Cüceloğlu'na kulak vermenizi istiyorum
Tren geldi ve içeri girdim. Kulaklığım takılı, müzik dinliyorum. oturdum boş bir yere. Tesadüf o ki onlar da yanıma oturdu karşılıklı.tren harekete geçti. Önce dikkatimi çeken bu ikili artık ilgimi çekmeye başlamıştı.Çünkü farklıydılar, muhabbetleri farklıydı. Baba - oğul gibi değil iki samimi arkadaş gibiydiler.
Konuşurlarken bi ara çocuk babasından izin istedi arkadaşıyla sinema izlemeye gitmek için.Normalde klasik bir Türk erkeğinin bu soruya vereceği cevap şu olur.Hayır gidemezsin, sen daha küçüksün, başına bi iş gelir, ben babayım ve babaların sözü dinlenir! Ama ilginç şekilde babası ona hayır demedi, ona sinemaya gidebilmek için yapması gerekenleri tek tek anlattı. Önce filmi seçmeliydi sonra nerede izleyeceğine ve seansına karar vermeliydi. İzleyeceği yere giden dolmuş, otobüs vs.leri bilmeli, hangi durakta bineceğini ve ineceğini bilmeliydi. Bütün bunları ve daha fazlasını kaybolmadan ve doğru şekilde yapabilecek misin diye sordu babası.
İlk başta kendinden emin olan çocuk babası anlattıkça korkmaya başladı belli ki babasının anlattıklarını nasıl yapacağı konusunda pek bi fikri yoktu.Düşüneyim dedi çocuk, düşün dedi babası. Çocuk bütün bunları düşünürken ben de fırsat bu fırsat diye düşünüp babasıyla tanıştım ve çocuğuyla kurduğu iletişimi hayranlıkla izlediğimi söyledim.Bir süre sohbet ettik.Sonra babası çocuğa döndü ve düşündün mü diye sordu. Çocuk bilmiyorum dedi, nasıl yapacağımı bilmiyorum üzüntülü bir şekilde. Babası bir süre durdu.Peki dedi hafif bir tebessümle, öğretmemi ister misin diye sordu.O anda çocuğun bakışları değişti, gözleri parladı ve yüzünde bir tebessüm oluştu. Eveet! diye bağırdı çocuk. Tamam dedi babası hepsini öğreteceğim zamanla dedi zamanla öğreteceğim.
Babası bu diyalogdan sonra durdu ve hatırlıyor musun dedi, kurallarımız vardı, yazmıştık beraber neydi onlar. Çocuk tek tek saymaya başladı. Her zaman ve her şartta elimden gelenin en iyisi yapacağım, benden daha bilgili ve tectübeli insanların sözlerini dinleyeceğim, arkadaşlarımla iyi geçineceğim vs...derken inmem gereken durağa geldi tren ve ağzım açık bir şekilde hoşçakalın, çok memnun oldum diyerek oradan ayrıldım.İndiğimde böyle bir iletişime tanık olmanın verdiği mutluluk ve daha uzun süre dinleyememenin üzüntüsü vardı.
Evet işte böyle...Anlatmam gereken bir hikaye daha var onu da bi ara yazıp yorumlarımı bit bütün olarak yapacağım ama şimdi bu işin uzmanı olan Doğan Cüceloğlu'na kulak vermenizi istiyorum
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
22:26
4
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Sokak
18 Temmuz 2013 Perşembe
Bazen tek başına kaldığın, yabancı ama aynı zamanda olabildiğince aşina sokaklardan birinden geçersen, içinde bir dem beliriverir. Gözün sokaktaki çocukların heyecanına karışır, yerde gezinen o renkli topa heves edersin. Yerde alçı kırıntısından bozma tebeşir çizikleri… En işe yarar “lap” taşı nerede diye bakınırken bulursun kendini, sanki bulsan oynayacakmışsın gibi, sanki oynasan herkesi yenebilecekmişsin gibi… Sekize kadar o oyunun serüveni sonra birde tersinden oynadı mı kimseyi tutamazsın bir arada, herkes sıkılıverir…
Çocuksuz sokakların ıssızlığından da geçiyor olabilirsin elbet. Çöp konteynırları zincirli, etrafında “sezen apartmana aittir çöpünü atma!” uyarıları… Dutlar dökülmüş kaldırımlara, ağır tatlı kokusu basmış ortalığı. Bir rüzgâr var savunmasız duygularına sinsi sinsi üfüren… Etrafında senden daha hızlı ilerleyen toz, kum taneleri… Gözlerine doluşmuş rotası bozuk çerçöpler… Ve o hüznün sokağında yanından geçen bir kuru yaprak, bir anlamsız poşet…
Takıldı değil mi seninde gözüne… Arabanın altında bîperva gölgelenen köpekler. Yol çalışmaları yüzünden suratını buruşturmuş asfaltlar… Duvarda kocaman “Seni seviyorum Hatice” cesareti… İnsan nasıl olur da en anlam yüklü hatıralarının sokağında kendine ait bir tane bile bir şey bulamaz… Bir boyası atmış, pası çil yapmış içeri girecek kendine ait kapı bulamaz…
Niye mi anlattım bu sokağı sana.
Bil istedim sadece. Sadece bil istedim…
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
14:57
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
11 Temmuz 2013 Perşembe
Herkes Dante'nin cehenneminden geçecek. Herkes cehennemi görecek, sonra Araf'ı da. "Oralı da olamadım buralı da" diyeceksiniz. Acı verecek...Araf da bitecek.Elbet cennet de gelecek. Önemli olan aynaya bakacak yüzünüz var mı peki?
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
22:16
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Yaşama Eşiği
10 Temmuz 2013 Çarşamba
Değişmek için bir adım atmak yeterlidir. Peki, ya değişmek istemiyorsak? O adımı atmaktan korkuyorsak? Her açılan kapının ötesinde bizi tehdit eden şeyler varsa? İçimizden bir ses, her şeyin bir giyotin olduğunu söylüyorsa...
Yine de hayatlarımızı parçalayan eşiklerden korkuyla, panikle, aceleyle, şehvetle, arzuyla, günahla, saflıkla geçip gidiyoruz.
Asıl düşündürücü mesele şu: Eşikte durmak, eşikten geçmek yada en önemlisi eşikte kalmak.
Şairin dediği gibi "Ne zaman bu sehirden kaçıp gitme isteği gelse, bir köşeye oturup geçmesini bekliyorum. Gidersem dönmem çünkü biliyorum."
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
15:07
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
5 Temmuz 2013 Cuma
Merhaba demek istiyorum aslında. Tanıştığımıza memnun oldum...
"Yeni mi tanıştık?" diye soracak olursa;
hafif bi tebessüm ederim geçmiş zamana, prangalarıma
Biliyor da oysa ne kadar eskidiğini...
Bazen de sadece hoşçakal demek istiyorum
Keşke hiç tanışmasamıydık?
"Neden" diye soracak olursa;
Bir şey söylemem heralde
Çünkü yine biliyor nedenini
Yıpranmışlığın sebebini...
Evet
Bazen bahardır kelimeler, bazen kış...Mevsimlik düşlerdir hep sessizliği bozan
Kalıcı hayaller de var tabii, hiç bir zaman susmayan
Başladığı yere geliyor/dönüyor insan, düş(me)lerinden kurtulunca...
Ama Bilirsin
Arada bir bakım yapmak gerek
Toprağını değiştirmek, sulamak, gübrelemek...
Etraftaki ayrık otları temizlemek, çürümüş düşleri...
Fabrika ayarlarına dönmek gerek bazen,
Yeniden başlayabilmek için
ve bazen
Sırf birkaç tane daha devrik cümle kurabilmek için
İşte o yüzden buradayım
İşte o yüzden...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
18:23
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Ama Öyle Değil
30 Haziran 2013 Pazar
İnsan hüznüyle birlikte büyüyor. Sevinçleri çocuk kalıyor hep. Sevinince o yüzden çocuklaşıyor. Sorulduğunda çocukluğuna dönmeyi delicesine isteyenlerin hiçbiri görmüyor o mini mini sevinçleri. O yüzden de makul ölçüde sevinmeyenlere bir tuhaf bakıyorlar. "Salak" diyorlar mesela sonunda tıslayarak ve gülümser gibi yaparak. Müstehzi bir tebessüm. "Şuna bak hele şuna, hiç yakışıyor mu?" diyorlar belki. Ya da sakinleştirmeye çalışıyorlar sevineni.
İnsanlar durduk yere, yahut sebepli, hüzünleniveriyor bazen. Daha durgun oluyor tebessümleri. Gözlerinin önünde yağmur değmiş bir cam beliriveriyor belki. "Hiç yakışmıyor sana," diyorlar. "Ay böyle durma ama yaaa," diyorlar. Ya da çeşitli biçimlerde def etmeye çalışıyorlar o hüznü. Kafa dağıtmakmış... Niçin dağıtıyorsunuz, zar zor topladım ben onu.
İnsanın içinde ipler var belki. Yaşamın sürtüne sürtüne erittiği... Bir anda kopunca, ucunda taşıdığı birikmişler saçılıveriyor. Bazen sıçrıyor etraftakilere. Sıçramasa iyi tabii ama bir ömür de uçurum kenarından düşmekte olan birini tutarak yaşanamaz ki. O ipleri eriten, çeken, yıpratan tek bir kişi değil tabii ki. Ama hayatta her şeyi olması gerektiği gibi mi ki? Belki öyledir, bilemeyiz. Hayatta her şey bizim olmasını istediğimiz gibi mi peki? Kesinlikle değil, biliriz. Ne ben sorumluyum kopan iplerden, ne de ipin ucundakilerin sıçradığı yolcular. Ama... benim ipim ya hani... Keşke ipsiz sapsız olaydım... Boş verin. İpleri elinde tutmak istiyor herkes. Herkes karşısındakinin ipini kendi kontrol etsin istiyor.
Velhasılı, ne yapsan, hangi duyguyu yaşasan, başka türlüsünü istiyor insanlar. "Mutlu ol ama öyle değil." "Üzül ama burada değil." "Kız ama bana değil."
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
21:58
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
12 Haziran 2013 Çarşamba
" Böylece, aslında hiçbir zaman hiçbir yere gidilmiyor da, yalnızca gidilmiş gibi olunuyor. Ancak kelimelerle gidiliyor ya da, kalınacaksa kelimelerle kalınıyor, kelimelerle yaşanıyor, kelimelerle gülünüyor, kelimelerle ağlanıyor ve sonunda yine kelimelerle geri dönülüyor..."
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
23:19
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
11 Haziran 2013 Salı
Öncelikle söyleyeceğim, çok açık olarak, hayli karanlık bir dönemde yaşadığımızdır.
O kadar fanatiğiz ki gözümüz başka hiçbir şeyi görmüyor.
Aslında yapmamız gereken tek şey birbirimizi biraz daha iyi anlamak.
Çözüm gerçekten uzak değil.
Bunun ardındansa, size bir grafitiden bahsetmek isterim. Arjantin'de, Buenos Aires'te bir duvara yapılmış grafitinin üzerinde şöyle yazıyor:
"Kötümserliği daha iyi bir zamana bırakalım."
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
23:42
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
20 Mayıs 2013 Pazartesi
"Teşekkür ediyorlar, çok yaşıyorlar, işe geç kalmıyorlar
Çeyrek altını önemsiyorlar, küresel ısınmayı ve beş çaylarını
Ortadoğu’yu ihtiyaç halinde seviyorlar, gökdelenleri her haliyle
Eve geç gelmeyi borsaya bağlıyorlar, geriye kalanları astrolojiye
Konuşan tartı’lardan korkmuyorlar bir de,
"Ben bazen korkuyorum"
Artist diyorlar erken ölenlere bir akşamüstü her yer kalabalık
Her yer kalabalık, üzgünüz yeteri kadar ve Rimbaud mahkemelerde sanık
Sırayla ölüyor kumbarası kırılmış çocuklar, tez konusu bile değiller
İçinde Ortadoğu geçmeyince şiir de olmuyor, bir şeyler kahrolsun!
"İşgal edilmiştir inandığımız tüm çiçekler!"
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
09:44
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
16 Mayıs 2013 Perşembe
Dünya'ya gönderildiğimizde hepimize, her rengin yer aldığı bir kutu verilir. Biz her hareketimizde, bu renklerden bir dokunuş, bir iz kondururuz. Ve aslında her birimiz kendi resmimizi çizeriz. Kimimiz farkında olmadan, kimimiz de duyumsayarak kullanır renklerini. Kimisi bastırarak ve hışımla, kimisi nazikçe ve incitmeden yapar bunu. Kimisi bazı renklerini erken bitirir, kimisi bitiremez, kimisi de tam çağrıldığında bitirir. Resmimizi düzgün yapmamız gerekir. Yanlış yapma durumumuz var. Bazen renklerimizi taşırabiliriz ama önemli olan doğru renkleri kullanıyor olmamız...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
23:23
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
İyiliği Sıradanlaştırmak
7 Mayıs 2013 Salı
Leyla ile Mecnun'a isterse otuz sekiz Leyla daha girip çıksın... Ne bileyim, diline alıştığım için eskisi kadar güldürmesin isterse. Ama bırakmam abi ben bu diziyi. Niye biliyo musun? Çünkü bu bölümün sonunda Mecnun geri döndü Hidayet'i almaya. Hem de bir lütuf gibi değil. "Bak sen bize neler yaptın ama biz adamı bırakmayız yarı yolda" raconu keserek değil. Dünyanın en doğal şeyiymiş gibi geri geldi. "Nabıyon sen burda oğlum?" diyerek geldi.
Ben Leyla ile Mecnun'u hep severim abi. Neden biliyon mu? Çünkü altın lafını duydu mu gözü hiçbir şeyi görmeyen, Kral Arthur dönemine bile giden o paragöz Erdal Bakkal, bakkalındaki dönerle mahallenin kedilerini besliyor. Hem de bir lütuf gibi değil. "Bak ne kadar da iyilik sever bir insanım," diye başa kaka kaka değil. Dünyanın en doğal şeyiymiş gibi besliyor (ki öyle). "Tavuk dönerin tek müşterisi kediler, onlar da para vermiyor. Kaldıralım bu döner tezgahını" diyen çırağına, "Ölsünler mi açlıktan, Allah Allah!" diyor, o dünyanın en paragöz adamı...
Leyla ile Mecnun'u bırakmam, çünkü iyiliği sıradanlaştırıyor. Olması gerektiği gibi.... Kutsamıyor, öyle ne bileyim asalettir şudur budur gibi şeylere sos olarak kullanmıyor. Güzel seviyor, güzel bekliyor, güzel acı çekiyor... Güzelliği alıp hapsedildiği yerden, ekmeğin bütün dilimlerine bir bir sürüyor. Ekmeğimize reçel sürenimiz oluyor işte...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
22:34
1 yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Özgürlük
3 Mayıs 2013 Cuma
Özgürlük nedir?
Bir işi bırakma kararıdır.
Marcel Proust’un dediği gibi “Gerçek yolculuk yeni kıtaları aramakla değil yeni gözlerle mümkün olur.”
Özgürlük, çocukluk hayallerinin gerçekleşebileceğine inanmaktır.
Özgürlük, yakanı hiç bırakmayan hayallere sonunda teslim olmaktır.
Hayallerinin sana ödeteceği bedele hazır olmaktır.
Özgürlük, kabulleniştir. Bu hayatın bedel ödetmeden hiçbir güzelliği sana sunmadığını anlamanın huzurudur. Böyle bir düşünce ile huzur kelimesi nasıl bir arada olur? Çaresizsen olur. Ancak çaresizsen. Dünyanın başka ülkelerinde insanlar yılın 6 ayı sadece bulaşıkçılık yaparak hayatlarını kazanıp kalan altı ayda dünyayı gezebilirken ben burada ünvanımla, ülke ortalamasının epey üstünde gelirimle bi bok yiyemiyorsam, yani “gelişmekte” olan ülke vatandaşıysam ve prangalarıma, aç kalmadığım için şükretmekten başka çarem yoksa, kölelikten kurtulmak için katlanacağım açlık, umutsuzluk, çaresizlik de buyursun gelsindir, hoşgelsindir. En nihayetinde “nereye gidersem gideyim, gökyüzü benimdir”…
Çocukluğumdan beri bana şımarık derler. Öyleyim belki gerçekten. Daha hala tanıdığım insanlar “o kadar gezdin, kimse senin gibi yaşamıyor, yaşayamıyor, hala ne istiyorsun” diye soruyorlar.
Anlatamıyorsun ki “ben size soruyor muyum sizin eviniz arabanız var ama benim hiçbir mülküm yok, elimde sadece gezilerime dair anılarım var ve bunlar para etmiyor” diye… anlatamayacağım da.
Özgürlük, dünya böyle iğrenç, eşitliksiz bir yer olduğu müddetçe rahat uyuyamayacağını bilecek kadar vicdanlı olmaktır. Özgürlük vicdan sahibi olmaktır.
Özgürlük karşılıksız iyilik yapmaktır. Ama böylesi bir dünyada iyiliğinize “bak ben sana karşılıksız iyilik yapıyorum ve senden tek bir isteğim var, sen de birine, sırf bu dünyada hala birilerinin karşılıksızca iyi olabildiğini hatırlatabilmek adına, bir iyilik yapacaksın ve iyiliğimin karşılığında senden sadece bunu istiyorum” diyecek kadar ne istediğini bilmektir.
Özgürlük, sonradan görme zenginlerin arasında, iş gereği yaşamak zorunda kaldığında, afili kıyafetlerinin içinde, astları kimse sallamazken ve hatta hor görürken onlarla yemeğe çıkıp dönercide tabure üstünde yemek yiyerek tüm üstlerinin kınayan bakışları arasında sıradan, halktan olabilmektir. Özgürlük, insanların bakış açısını değiştirmektir. Birbirinden çalacağın ekmek yokken, sırf ortam rekabetçi diye birbirinin azına sıçan rekabetçi köpeklerin arasında, tüm stresine rağmen astlarına insan gibi davranabilmek, onlara en iyi düzeyde öğretmenlik, koçluk yapmaktır. Bunlar örnek sadece. Demem o ki özgürlük, boğulduğun bir ortamda bile hala vicdanlı kalabilmektir. Tavrınla, duruşunla örnek olabilmek ve hatta iğrenç bir iş ortamını, kendi menfaatinden fedakarlıkta bulunarak, ısrarla böyle durarak daha huzurlu bir ortama çevirebilmektir.
Sahi özgürlük nedir? Yani sizce? Nedir
Flying Dutchman
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
22:36
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
2 Mayıs 2013 Perşembe
Evet gün gelecek artık anlatmanın bir anlamı olmayacak. Susacak her şey. Aklımda onlarca soru, bir yerlerde vanilya kokusu ile sabahlayacağım. Yılların getirdiği doygunlukla katlanamayacağım sohbetler olacak. Ben yazdım zaten bunları diyeceğim, aç oku, yorma beni...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
00:26
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
30 Nisan 2013 Salı
'' Bir idam mahkumu, ölümünden bir saat önce, galiba şöyle düşünmüş: eğer yüksek bir yerde bir kayanın üzerinde, ancak iki ayağını koyacak kadar daracık bir yerde oturması gerekse; çevresinde uçurumlar, okyanuslar olsa, sonsuz karanlıklar, sonsuz bir yalnızlık, bitmez tükenmez fırtınalar sürüp gitse bile, o, bir arşıncık yerde ömrü boyunca, binlerce yıl, hatta kıyamete kadar ayakta dursa, yine de öyle bir yaşam, o anda ölmekten daha iyidir. yeter ki yaşasın! nasıl olursa olsun yalnız yaşasın! ''
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
00:00
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
14 Nisan 2013 Pazar
Çok zaman geçti. Çok zaman geçiyor. Zaman çok geçiyor.
Dilinin ucundaki birşeyin bir türlü aklına gelememesinden, duraklarda bekleyen onca insanın arasından, hesaplanmamış onca cümlenin içinden, sabahların mahmurluğundan, kenarda saklanan biletlerin koçanlarından, kitap ayraçlarından, gökyüzünün devingenliğinden,nasılsın sorularına verilen o hep iyiyim cevabından, sokakların bir yağmura bakan gözü yaşlı halinden, çaydanlıkların ocakta unutulmuşluğundan, uykuya varmayan nice geceden...
Boşluklardan geçiyor ve dolu olduğuna herkesin kanaat getirdiği bir çok şeyin arasından...
Ama yine de "iyi ol"... Yalansız, dolansız, öylesine geçip gitmeden...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
23:38
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
23 Mart 2013 Cumartesi
Bu insanlar nereye gidiyor ?
-İşlerine gidiyorlar
Bu insanlar napıyor ?
-Metro bekliyorlar.
Bence metro bunları bekliyor kendini işte bırakmış sanki bunlar , kendilerini almaya gidiyorlar sanki
-İşleri , güçleri buna yetiyor demek ki
Her akşam iş yerlerinde bıraktıkları "kendilerini" görmeye gidiyorlar her sabah ,halbuki iş hiç bitmez ama insanlar bitecek bir gün
Haberleri var mı acaba öleceklerinden ?
- Tut sor birine hatırlıyor mu bakalım , biliyor mu öleceğini
Olmaz soramam işe geç kalırım...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
19:31
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
18 Mart 2013 Pazartesi
" Pers sultanı iki adama ölüm cezası vermişti. Ölüme giden adamlardan biri eğer hayatını bağışlarsa 1 yıl içerisinde sultanın atına uçmayı öğretebileceğini vaat etti.
Kendisini dünyada tek uçan ata binerken hayal eden sultan bunu kabul etti. Diğer adam ise inanmayan gözlerle baktı. ''Bunu yapamayacağını biliyorsun. Niye böyle bir söz verdin? Yalnızca kaçınılmazı geciktiriyorsun.'' Adam cevap verdi; ''Kendime dört özgürlük şansı veriyorum.''
1) Sultan ölebilir
2) Ben ölebilirim
3) At ölebilir
4) At uçabilir "
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
09:56
1 yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
24 Şubat 2013 Pazar
- Daha çok anlat dedim.
- Hoşuna gidiyor mu?
- Çok. Elimden gelse seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre hiç durmadan konuşurdum.
- Bu kadar yola nasıl benzin yetiştiririz?
- Gider gibi yaparız.
"Şeker Portakalı"
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
01:35
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
21 Şubat 2013 Perşembe
Biriktirme.
İlla biriktireceksen sabahları biriktir, sakin, gürültülü caddeleri biriktir.
Sokakları biriktir.
Sokak kedilerinin mahmurluğunu biriktir.
Uyanır uyanmaz diline takılan şarkının sözlerini biriktir.
Rüzgârın yüzüne vuran aceleciliğini biriktir.
Aldığın simidin kokusunu biriktir.
Yürürken gözlerine, sokaklardan anlık fotoğraf karelerini biriktir.
Olmadık zamanda bulutlanmış gözler biriktir.
Ama işte; söylemediklerini biriktirme...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
23:35
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
12 Şubat 2013 Salı
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
00:18
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
14 Ocak 2013 Pazartesi
Bu ülkede eğitim falan yok. Kimsenin okuduğu falan da yok.
Bu ülkenin belkide en zor bölümünde okuyorum ve sanırım en zor da üniversitesi.Bir sınava bir aydır hazırlanıyorum.Ki bazen o bile yeterli olmuyor. Buna rağmen ben bile çoğu zaman az çalıştığımı, kaytardığımı düşünüyorum.
Öğrenci olduğunu iddaa eden insanlara bir bakın. Çoğu sınav günlerine kadar okulla alakası olmayan son günün gecesinde de bir iki saat derslerine bakıp sınıfı geçen mezun olan insanlar.
Tabi aslında burda suç sadece öğrencide değil, sistemin etkisi daha büyük, sen adamı alıyorsun 7 yaşında bişeyler ezberletip duruyorsun, iki formül ezberletip sınıfı geçiriyorsun.E adamın da işine geliyor tabi bu.
Burada amacım ben niye bu kadar çalışıyorum onlar niye bu kadar az çalışıyor deyip isyan etmek değil.
Düşünsenize sonra bu insanlardan ülkeyi yönetmesini bekliyorsunuz.
Senin sistemin buysa, öğrencinin de kafası bu olur,çalışanlarının da kafası o olur, başımızdaki insanların kafası da bu olur.Senin eğitiminin kalitesi buysa insanlarının da kalitesi bu olur.
Sonra kimse de kalkıp biz niye 3. dünya ülkesiyiz, niye insanlarımız bu kadar cahil, neden durumumuz bu kadar kötü demesin.
Kimse kusura bakmasın, kimse kimseyi kandırmasın...
Gönderen
Önder UÇAR
zaman:
23:05
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)